21 Nisan 2011 Perşembe

ruhsuz insanlardan korkuyorum. onlara aşık olabilirim de, ama korka korka. ve beni her korkutmalarında bir değişimden geçiyorum. korkunun yerini kızgınlık alıyor. o geçiyor, dibe bastırdığım sevgim canlanıyor. ve her şey başa sarıyor. yorucu bir süreç bu. ve ruhsuza bunu anlatmak mümkün değil. beş yıl uğraşsan da.

Birisiyle otuz kırk gün zaman geçirmiş olsan da, bundan ortaya bir birliktelik çıkmamış olsa da, onu yüz gün ve daha birçok gün boyunca özlüyorsan, bu aşk mıdır? Onunla paylaşılan anlar, müzikler, yemekler hatırlanır ama tahmin edilmeyecek şeyler de onu hatırlatır durur. Trafik levhaları, bir sokakta trafikte takılınca gözüne ilişen bir tabela, yokuşlar, dönemeçler, güneş ışınlarının bir balkona düşüşü. Sonra aynaya bakarsın, alnındaki küçük tepeciği görürsün. Bu hatırlamalar, gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu fark ettirir, deri büzüşür. Üzgünsün. Serserilik yapmışsın. Çok zorlamışsın. O kadar kısa sürede neler neler beklemişsin. Bu beklentinin temeli içine batmış, içini batırmış. Beklemek ne saçma, daha kendin beklemeye hazır değilken.

Merdivenleri saya saya çıkıyordum. İki, dört, altı, sekiz… “Tek gelir umarım”. Yirmi üç. Ohh, tek. Bir şeye işaret mi bu?

Bazen, ne kadar çok yanlış üst üste geliyor. Bu ‘sadece hata’ denebilecek yanlışlar, hata yapmanın tanımından taşabilir de.

Ağaca çıktım ayağım kaydı düştüm.

Ağaca çıktım çürük dala bastım düştüm.

Şey. Bir şey. Tek bir şey. Düz bir şey. Bir de tekdüze bir şey. Önemli bir şey, bazı zaman. Eften püften bir şey, diğer zaman. Aşık olmak gibi bir şey de olabilir. Aşktan çıkış almak gibi de. Yalnız bir şey, tabakta kalan tek bir bezelye tanesi. Kendi üstümde kurduğum baskı.

Ekrana bakmak gözlerimi acıtıyor. Bir şeyleri hatırlamak canımı acıtıyor. Başka bir şeyleri unutmak, bilip de bilmemek gibi. Çalan müzik beynime vurup geri dönüyor, her yerim o parçayla doluyor. Kafamı açıp beyni elime almak, yanlış inşa edilmiş yolları tali yollarla rahatlatmak istiyorum. Tıkanıklığı açmak, trafiği dağıtmak. Trafik polisim olayım. Kendi beynimi en iyi ben tanırım. Doğru mu bu? Çocukken bakkala gidip leblebi tozu alırdım. Çocukken başka ne yapardım? Garip bir çocukluktu benimki. Bence. Az arkadaşlı, az yaramaz. Gereğinden önce ve gereğinden fazla olgun. Arkadaşlar vardı hep, ama bir şekilde hepsinden uzaklaştım. Giden oldu, kalandan ben gittim. Hiçbiriyle dalga geçmedim, salakça şakalar yapmadım. Yazamıyorum bile. Olduğum yerde eriyip gidiyor gibiyim. Öfke var. Sıkıntı var. Dişleri sıkmak var. Sökük olan her şey var. Kırmızının üstüne attığım mavi lekeler kuruyup kalıyor yerlerinde. Yayılmıyorlar. O an oradalar ve sonraki anlarda da sadece orada kalıyorlar.

Mavi-tabak-musluk-gömlek-yorgan-oje. Bunlardan bir bütün oluşturabilirim. İstemiyorum. Çalışma lazım. Hep erteliyorum. İfadesiz günler geldi. Hiçin içinde yine hiçim, gibi. Daha çok yazmalıyım. Tüpteki boya bitene kadar. Tüpü ağzına kadar kıvırıp bastırınca, içinden çıkacak bir şey kalmayana kadar. Karşılaştırmalı düşünme yetim geri geldi ya, yine nefes alabiliyorum. Hiç alamıyordum. Bir ev dolusu saçmalık içinde boğuluyordum. Uyku bastırdı. Bir 10 kilo vermem lazım. Yıllar geçiyor, planlar hala aynı. Yazık.

Hiçbir zaman, kendimin hayranı olmadım. Hep bir huzursuzluk içindeydim sanki. Bunun nedenini bilmiyorum. Belki, doğuştan bir eksiklik. Serotonin eksikliği. Bilimsel bir tanı koyulması gerekmeyen bir ruh hali de olabilir. Ama önemli olan, bu huzursuzluğun yaşayış biçimimi, sevdiklerimi, beni nasıl etkilediği. Kendime hayran olmadım, en hayran olunası kısacık dakikalar dışında. İçim bir şekilde acıyor hala. Artılar da yok değil. Mesela, kendimden nefret etmiyorum. Artık. Değiştiğim kesin, büyüdüğüm de. İster istemez.